Çocukluğumdan beri gerek üslup gerekse içerik olarak hazzetmediğim yazarlar vardır. Bunlar olaylara son derece öznel bir pencereden bakmakla kalmaz, bir süre sonra da yazdıkları basmakalıplaşıp, 'şurada şununla bunu yedik, şunu içtik, bunu konuştuk' şeklinde bir kısırdöngüye dönüşen, bazen de sansayonel şekilde son bulan yazılar yumağı ortaya çıkaran yazarlardır. Rahmetli Müşerref Hekimoğlu ve Leyla Umar bu işin ustalarındandır.

Böylesi bir girişin nedeni, bu haftaki yazımın içerik ve üslubunun, bir şekilde yukarıdakilere paralel düşecek bir şekilde gelişecek olması! Bir anlamda zorunlu olarak gerçekleştirmek durumunda bulunduğum iki günlük Ankara Seyahatinin izlenimlerini aktarmasam, günü/an'ı yakalayamamış olacağımdan endişe ettim.

Ankara'ya ilk gidişim 1991 son gidişim 2001 idi. İlkinde Ulusal Filateli (Pul) Sergisi'nde aldığım bir madalyayı bizzat teslim almak için, son gidişimde ise üyesi bulunduğum siyasi partinin Anıtkabir ziyaretinde korteje eşlik etmek amacıyla 'başkent'e gitmiştim. O dönemlerde(1991) yeni tamamlanan 'Atakule'nin tepesine çıkıldığında, 360 derecelik bir tur ile Ankara'nın tüm sınırları gözükebiliyordu. Bu durumu hiç yadırgamamıştım çünkü ilkokuldan beri kitaplarda okuduğumuz kadarıyla-ne kadar tarihi yönden köklü bir geçmiş inşa edilmeye çalışılsa da-Ankara bir 'köy'dü.

Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki kentleşme ve sanayileşme atağı dahi bu makus talihi değiştirememişti. 1950'lerde Ankara'ya gelen Amerikalı sosyal antropologlar, şu anda Ankara'nın kalbi olan ilçelerde gerçekleştirdikleri alan araştırmalarında kentin 'gelenekselliği' üzerinde dururlar. Bu tarihten sonra daha hızlı bir şekilde değişen/dönüştürülen Ankara'nın, son 15 yıldaki (RP/AKP'li belediyeler) değişim hızı ve şekli korkutucudur.

Eskiden, kentlerin gelişim/değişim/dönüşüm hızlarını/oranlarını ölçmeye yarayan bazı nesnel göstergeler olduğuna inanılırdı. Nufus artış hızı, kır/kent nüfusu oranı, kullanılan elektrik/su miktarı, tüketim harcamaları vb. gibi 'ölçülebilir nesnel verilerin' değerlendirilmesi sonucunda, o kent, insanlar, kültür hakkında birtakım genel geçer doğruların çıkarılabileceği; bunlardan yola çıkarak da sorunlara çözüm bulunabileceği öngörülüyordu.

Ancak tüm bunlar, kenti yönlendiren birtakım 'kent dinamikleri'nin var olduğunun keşfedilmesinden, hatta daha da önemlisi, bu dinamiklerin önemli bir kısmının evrensel ve yerel kapitalist egemen güçler tarafından yönlendirildiğinin ayırdına varılmasından çok önceydi.

Özellikle 1990'lardan itibaren kenti bir rant, tüketime teşvik ve sömürü merkezi konumuna indirgemeyi-yani yurttaşları her anlamda tutsaklaştırmayı- kendilerine amaç edinen güçler, özellikle büyükkentlerde yerel yönetimlerdeki 'beceriksiz SHP'nin' tasfiye edilmesinden sonra, sermayeye biat etmiş olan yeni yükselen sınıfın yerel iktidarları ele geçirmesinden büyük mutluluk duymuşlardı.

1990'lardan 2009'a geldik. Geride kalan onbeş yıl içinde değişen şu oldu: Artık geçmişin 'Laz Müteahhitleri' veya 'SHP'nin iş yapmayan tokatçı belediyeleri' kalmadı. Şu anki yerel iktidarlar kendi vatandaşını, kendi esnafını, zanaatkarını, tüccarını, müteahiddini yarattı. Ankara'da da durum budur.

Eskiden, özellikle İstanbul'da Başkan Nurettin Sözen döneminde, 'sermayeye kent rantı peşkeş çekilemez' denip her türlü hukusuzluk/haksızlık/ kanunsuzluğa anında müdahale ediliyordu; artık devlet/belediye eliyle hukuk dışılık, haksızlık, kanunsuzluk teşvik ediliyor. Daha doğrusu kanun uygulanıyor ama 'Kurtlar Vadisi' kanunları uygulanıyor!

Şöyle bir olay düşünebiliyor musunuz? Halka/devlete ait bir kamu arazisini allem edip kallem edip, tüm yetkilerinizi kullanarak önce imara açtıracaksınız. Ardından bu imara açılan yerleri yarattığınız yeni sermaye/sömürü gruplarına ya satacak ya da çok uzun süreli ve çok ucuz fiyatlara kiralayacaksınız. Buralara dört şeritli yollar, bulvarlar, ışıklar, levhalar inşa edeceksiniz. Ardından imara açılan yerlere gökdelenler, dev alışveriş merkezleri, plazalar ve 'her keseye uygun!' konutlar türemesine olanak sağlayacaksınız. Ve bunun adı da belediyecilik olacak.

Ankara'nın içler acısı hali budur. Artık Atakule'den bakınca kendtin ne başı, ne de sonu gözükmektedir. Kent, dört bir yana doğru genişlemiş ancak halkın değil sermayenin çıkarları ve istemleri gözetilmiştir. Tabii burada 'anasına bak, kızını al' atasözü hemen devreye girer. 'Ülke genelindeki iktidar ne yapıyor ki, belediye ne yapsın?' diye sorarlar adama.

Ankara maalesef, asla ideolojik anlamda demogojiye kaçmamaya çalışarak söylüyorum, şehircilik açısından da 'kayıp bir vaka'dır. Önümüzdeki yerel seçimlerde tıpkı İstanbul'da olacağı gibi Ankara'da da kent rantını her anlamda sermayeye peşkeş çeken yönetimler bir beş yıl daha vize alacak ve her alanda hem 'ucube'ler, 'kitsch'ler hem de yozlaşmış/ bayağılaşmış, üretmeyi sürdürecek ve bunu da 'şeffaf/halkçı belediyecilik' yaftası adı altında geniş kitlelelere yutturmaya devam edeceklerdir.

Kısacası sadece Çankaya değil, Ankara da; modernleşme, kent(li)leşme ve uygar birer birey olma mertebesine erişebilme konularında çağın gerisine düşmüş ve 'Sistem'e teslim olmuş durumdadır. Gözlerimiz yaşlıdır ama Gazi Kemal'in uyanmasını bekleyecek vakit de yoktur.

Bu yanlış gidişe dur demek, her demokrat, laik, cumhuriyetçi, devrimci Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının biricik ödevidir.

İyi haftalar...

0 Comments:

Post a Comment