İfratlar-tefritler, tepkisellikler, bağırıp çağırmalı, vurdulu kırdılı arayışlar, hepsi kolaycılıktır; her kolaycılık bir çeşit kaçıştır ve korkaklıktır. Cesaret ise itidal ister, vakar ve samimiyet ister.
Artık belgelerden referanslardan bıkkınlık geldi. Hepsini yüzlerce binlerce defa kullanmışım. Şimdi ekseriye mealen atıfta bulunmakla yetiniyorum… Mesela Mustafa Kemal’in Lenin’e yazdığı cevabî mektup var. Onun sosyalizm davetine şu mealde cevap veriyor: “Malumunuz, biz bir tarım ülkesiyiz. Sosyalizm ise işçi sınıfının ideolojisi. Biz de bir gün sanayileşeceğiz, işçi sınıfımız olacak, o zaman düşünürüz!...”
En üstün tarafı, metot ve üslup meselelerindeydi. Hep rasyonel olmuştur. Ruslardan silah yardımı aldıktan sonra gerçekleştirir Büyük Taarruzu… Anadolu’ya geçerken, zıt çevrelerin hepsi kuşkulu bir umut payını korurlar; hepsini bir takım ince hesaplı umutlarla ustaca irtibatlandırmıştır. “Aktif ittihatçı” olmayışından dolayı, Anadolu’da bir ittihatçı delişmenliğini engelleyeceği noktasından hareketle, İngilizler bile ne düşüneceklerini şaşırmışlardır. O delişmenliğe izin vermeyecektir, ama sonra ne yapacaktır acaba? Bir umutları vardı ama, kuşku da hemen onun yanındadır! İngilizler de öyledir, İstanbul hükümeti de öyledir… “Ben ülkeyi kurtarmaya gidiyorum” havası, genel tavrında aşikâre görülseydi; karşısında hemen bir “engelleyici ittifak” cephesi oluşurdu ve yolunu keserlerdi. Rasyonel davranış işte bu demektir.
Hasan Tahsin’den söz edince, bazılarında öfke uyandı. Ben objektif bilgiden söz etmiştim oysa. Ege’de direniş örgütlenmesi başlamıştı. O örgütün yetkilileri Hasan Tahsin’i uyarmışlardı. Çünkü Hasan Tahsin bu tür işleri daha önce de yapmıştı. Silahını çeker, fırlar ortaya… Direniş örgütündeki arkadaşları, “katliama yol açarsın, onlar zaten bunu bekliyor” diye uyarıyor. Ama o dinlemiyor ve binlerce sivilin katline, nice kızların ve kadınların tecavüze uğramasına vesile veriyor… Neyse, yeniden ve ayrıntılı anlatsam da bazıları yine anlamayacak.
İttihatçıların önde gelenleri bile, ondan silahşörlükte aşağı kalmazdı. Yakup Cemil, Talat Paşa’yı tehdide kalkışır; Talat Paşa “hodri meydan!” diye cevap verir! Tepeden aşağı silahşör olsan, Talat’lara Enver’lere işlemez. Hiç çekinmezler.
İş bununla bitseydi, onlar her mücadeleyi, her savaşı kazanırdı. Kara Kemal’in Abdülkadir’e bir çıkışması vardır; “Aklınız namlunun ucuna kaçmış” der.
Akıl lazım, denge lazım, itidal ve ölçü lazım. İttihatçılar’da olmayan, ama Mustafa Kemal’de var olan şeyler bunlardı.
Ama avami telakki öyle sanıyor ki, Mustafa Kemal Samsun’a çıktı ve bütün millet onun çağrısı üzerine ayaklandı ve mücadele o rüzgarla kolayca kazanıldı. İlk yaklaşım algısı budur. Sakarya’da Mareşal tahsisat isterken, “daha yeni verdik” itirazını “sivilleri giydiriyoruz, ne yapalım” sözleriyle cevaplarken neyi kastetti acaba? Geçelim…
Burada bir mizaçtan bir psikolojiden söz etmek istiyorum. Tarih şerhleri yazmak değil amacım. Hâlâ hepimizin (hem de ham halleriyle) biraz ittihatçı oluşumuz, önemli bir demokratikleşme engelidir.
İnsanlarımız hep, “bir nara atıp, silahı patlatmak” imajını, Kurtlar Vadisi ve benzeri dizilerin daha da çok beslediği duygularla pek severler. Halbuki bu imajın, yiğitlikle yüreklilikle falan doğrudan hiçbir ilgisi yoktur. O, işin en kolay tarafıdır ve yalın haliyle biraz da çocukçadır. Kahramanları bırakın, gerçek kabadayılar bile öyle yapmazdı.
Gerektiği zaman, gerektiği yerde, gerektiği biçimde ve denge aklıyla yapmaktı, marifet. Eski gerçek kabadayılar çok sabırlı ve sakin insanlardı… “Var mı bana yan bakan” külhaniliği mizah konusuydu onların nezdinde. Vurdulu kırdılı filmler, şimdi diziler, adeta çirkin çocukluk hallerine benzer. Kemal Tahir bir romanında der ki: “Yine kravatlılar dayandı, altı okka bıyığı olanlar yine bülbül gibi öttü.”
Epeydir, düşüncesiz, akılsız, fakat komik bir aksiyon özendirmesi var. Çok yanıltıcı, çok zararlı, çok da gülünç; ama gülünçlüğü pek fark edilmiyor ve ciddiye alınıyor. İttihatçıların hatalarını parlatıp cilalayan, nedametlerini unutturup yok sayan bir arıza, postmodernist vizyonda bile kendine yer bulabildi. “Hızlı yazarlık” üslubu kılığına bürünmeyi bile başardı. Bir tarihte, en popüler yazarlardan birinin, “Gazeteye, namluya sürülmüş bir kurşun gibi geliyorum!” dediğini hatırlıyorum. Yazara, yazarlığa bak! Tarihe üstten, ufuk turu bilinciyle bakmak mevkiindeyken; sokaklara üst kattan bir nazar atfetmek zahmetine bile katlanamıyor! Eskiden kahve köşelerinde daha rastlanabilen mütebessim bilgeliğin zerresini, bazı kalem sahiplerinde bile görememek; ciddi bir tez konusudur. Üç beş kişiyle konuşarak araştırma yapılmaz; toplumsal ve bilimsel araştırma, sıradan fotoğraflar almak için değil, ciddi bir meselenin röntgenini çekmek amacıyla yapılır. Ciddi araştırmanın soruları, verilecek cevabı kayda ve kitaba geçirmek için değil, delaletlerini işleyip aydınlatmak için sorulur. Soruya muhatap olan, bu amacınızı anlamaz bile.
… Terör örgütü, “amacıyla” değil, “metoduyla” tanımlanır. Amacı ne olursa olsun; metodu, uygulaması gayr-i meşru unsurlar içeriyorsa; o örgüt terör örgütüdür. Terörü hiçbir amaç meşru hale getiremez. Canlı bomba, bir terör kavramıdır; gayri meşruluğunun bin bir yönü vardır. İnsanların şuurunu, ruhunu, dengesini, aklını, sorumluluk iradesini; mutluluk umudunu, yaşama sevincini, öz saygısını ve güvenini harabiyetlere uğratan bir sapmadır. Bu hakikatin bile müphem, flu bir hal aldığı bir ortamda; fikir üretmek, fikrî değerlendirme yapmak, buna ihtimal vermek, asla mümkün değildir.
* * *
“Gayeler vasıtaları mübah kılar”ın anlamı istismar ediliyor ve bu istismardan insan nefsi pek hoşlanıyor. Doğrusu, aslen şudur: “Bazı gayeler, bazen, bazı vasıtaları mübah kılabilir ve bu cevaz ölçülere tam riayetle ancak miktarınca kullanılır. Bazı vasıtaları ve metotları ise, hiçbir meşru gaye hiçbir zaman asla mübah kılmaz.” Kimse kendini kandırmasın.
Ayrıca, şartlı olarak meşru olan mücadele metot ve araçları; son tahlilde yine ana çerçeveye yani “itidal” çerçevesine mutlak surette, tabi olmak durumundadır. Cesaret, şecaat, metanet, salabet ve bunların çeşitli türevleri; şayet asliyetleri ve gerçeklikleri varsa, altın gibi bir “vakar” hattıyla itidale, itidal şuuruna bağlanır. Nefse, egoya, şuuraltına yenik düşmenin sonuçları haline gelmişse bunlar; geriye yalnızca renkli kabukları kalmıştır ve ortada apayrı kavramların konusu olan istismar hesaplarından ve zaaflarından başka bir şey yoktur. Bu halin en çarpıcı ve pahalı bedeli; düşünce üretme, düşünebilme yeteneğinin iflas etmesidir. Özgürlük düşüncesi sağlıklı biçimde var olmadan düşünce özgürlüğü olmaz; verilemez, sunulamaz, bağışlanamaz bir şeydir o. Öyle bir kısır döngü içinde sadece düşünüyormuş gibi yapma rolünün aktörlüğü var olabilir.
İşte biz bilim yapıyoruz, düşünce üretiyoruz, dinamik atılımlara ve değişimlere doğru kahramanca koşuyoruz, falan filan. “Yerinde sayanlar daha çok gürültü çıkarırlar” sözünü pek severim. Yerinde saymanın o kadar değişik gürültüleri var ki; nereye ve hangi toplumsal kesite baksanız, onun bir çeşidine mutlaka rastlarsınız. Yerinde sayanların daha çok gürültü çıkarması, bir başka anlatımla, medeniyet motorunun ters çalışması demektir. Yani medenilikle ters orantılıdır. İtidal ve denge medeniyetlerinin motoru, şiir gibi müzik gibi çalışır; insanı tüketmez, bir yandan yorarken öte yandan onarır, besler, dinlendirir. İslam’ın kimyasındaki “medeniyet ve insan anlayışı” budur. Felsefi kaynaklardan seçmelere süzmeler yaparak da bunu kavramlaştırmak mümkündür ama, “kimyasal” sözüyle vermek istediğim terkibî bütünlük vurgusu zayıf kalır.
Tarihi de günümüzü de okuyamıyoruz. Çok acemi çok ham tepkisellik dalgalanmalarının salıncağında salınıp duruyoruz. “Dürüstlerin yalanı mübalağadır” denilmiş. İfrat-tefrit gelgitleri arasında dürüst, tutarlı, samimi olunamaz. Öfkeli, ezberci, sataşmacı olunur. Kamer Genç’e bile yöneltilmeyecek eleştirileri, bana yöneltenler oldu son birkaç yazım için. Böyle bir durumla karşılaşınca, içimde sinemde bir çökkünlük hissediyorum. Bilinen anlamda bir karşılık vermek gerekmiyor; çünkü ortada bir mesele var, o meselenin izahını yapmaya gönlüm razı olmuyor. Bazı şeyleri kabullenmemi gerektirecek mesele yüzleşmelerini öteleme ihtiyacından vazgeçemiyorum. Ama önümüzde kat edilecek mesafelerin tahmin olunandan da büyük olduğunu düşünmeden de edemiyorum. Uzunca bir müddet daha, bazı meseleleri tam konuşamayacak tam düşünemeyecek bir durumda olduğumuzu görmenin hüznü, bir yazı bile değil, bir roman konusu. Hazmı zor, satılması okunması zor; yazana yazarken hissedecekleri ve yaşatacakları açısından zor; zor oğlu zor.
Kolaycılıklar ortamında hangi ciddi ve itidalli, hangi “özgür ve özgün” iş zor değil ki?


Aksiyon Degisi-Ahmet Selim

0 Comments:

Post a Comment