Dünyayı beş duyu organımızla algılamaya başladığımız anlardan itibaren, üzerimize birtakım sorumluluklar yüklenir. Başlangıçta yasaklar ve yapmamız gereken davranışlardır yükümlülüklerimiz. Ailemiz, okulumuz, çevremiz birtakım dayatma ve öğretileriyle bizleri sorumlu davranmaya yöneltirler. Çoğu kuralların ve dayatmaların sebebini de sonradan anlarız.

Bilinçlenmeye başladığımız, dünyanın kendi etrafımızda döndüğünü sandığımız dönemlerde, algılarımızın yönlendirici etkilerine kapılırız. Kendi başımıza yerli yersiz sorumluluklar üstleniriz. Doğrular da yaparız, yanlışlar da.

Birey olmanın, kişilik kazanmanın bir gereğidir sorumluluk duygusu. Kendimize, yakınlarımıza, toplumumuza karşı yerine getirmeye mecbur hissettiğimiz davranışlarımız, ilke ve tercihlerimiz bizi gerçek anlamda birey yapmaktadır.
Sorumluluk sahibi olmak, istediğimiz her konuda yetkili olduğumuz anlamına gelmez. Bizlere dayatılan gereklilikleri, özgür irademizle, ahlaki normlarımızın süzgecinden geçirmeden yerine getirmeyiz. Ehil olmadığımız bir konuda aldığımız sorumluluklar da bizlerin başkalarına bir dayatmasıdır.

Hangi amaç uğruna yaşamayı seçmiş ve bunun anlamını da kavramışsak, bu amacın gerçekleşmesine yönelik çabalar gösteririz. Burada esas olan tercihlerimizdir. Yanlış tercihler sorumlulukları yerine getirmeye engeldir. Amaçlar doğrultusunda sorumluluklar üstlenmek, aynı amaçları başkalarının da gütmesi zorunluluğunu getirmez. Başkalarının amaçlarına yönelik sorumluluk alanlarına girmek, istenmeyen toplumsal çatışmalara yol açar.

Dünyaya çığır açmayı, içinde yaşadığımız topluma karşı iyi ve faydalı işler yapmayı istiyor olabiliriz. Bu durumda hangi alanlarda, hangi sorumlulukları alacağımızın bilincinde olmalıyız. Büyük amaçlar uğruna mücadeleler vermeye girişmek, bilgi, birikim, güç ve yetenek gerektirir.

Bunlara sahip olmadan, sosyal çevre ya da kendi egolarımızı tatmin etmek için, bilgisizliğimizi örterek, giriştiğimiz uğraşlar, hiç istemediğimiz sonuçları beraberinde getirir. Hırslarımız daima bizleri yanlışlar yapmaya sevk eder. Takıntılardan kurtulmadan alınan sorumluluklar ters teper. Hem kendi iç dünyamızda yaralar açabilir, hem de toplumsal travmalara neden olabilir.

Elbette ki insan olarak yalnızca biyolojik bir varlık değiliz. Sosyal yanımızla etrafımızda olup bitenlere duyarsız kalamayız. Umursamazlık, kendini ve ait olduğu toplumu sevenlerin tavrı değildir. Gerektiği yerde ve zamanda gerekli olan inisiyatifleri almak önceliklerimiz arasındadır. Ama önce inisiyatif alabilecek bilgiye ve yetiye sahip olmalıyız. Etrafımıza iyi ve faydalı işler yapabilmek için, kendimizi iyi yetiştirmek zorundayız.

En büyük kötülük cehalettir. Cehaletimizi yok etmenin uğraşısını veriyor muyuz? Memnun olmadığımız dünyayı değiştirmeden önce, kendi iç dünyamızda hangi çığırları açabilecek bilgiye ve bilince sahibiz? Değilsek ne yapıyoruz? Kitap okuyor muyuz? Araştırıyor, soruyor, sorguluyor muyuz? Yoksa televizyon ekranlarında her gün görmeye alıştığımız, yetkisiz ve konuştuğu konuda bilgisiz, birtakım sözde uzmanlar gibi boş laf kalabalıklarıyla gereksiz tartışmalar mı yapıyoruz? Eksikliklerimizi gidermeden, ideal toplum nutuklarıyla, kendi önyargı ve takıntılarımızı insanlara empoze etmeye mi çalışıyoruz?

En büyük erdem bilmediğini bilmektir. En büyük sorumluluğumuz da bilgiye ulaşma isteği olmalıdır. Niyetlerimiz ne kadar temiz, isteklerimiz ne kadar güçlü olursa olsun, amaçlarımıza ancak bilgiyle ulaşabiliriz.

Toplumların ve insanların iyiliği için gösterilen çabalar, bilinçli ve ehil olmayan insanlar tarafından uygulandığında, topluma ve insanlığa faydalı olamazlar. Hatta zarar bile verebilirler.

Tarlalarda ekinlerin sağlıklı büyüyebilmesi için, zararlı otlar temizlenir. Çapa yapılır. Su ve gübre verilir. Yetişen ürün sağlıklı ve lezzetli olur. Eğer kendimizi iyiye, faydalı olana ulaştırmak, sorumluluklarının bilincinde olan bir fert olmak istiyorsak; hatalarımızdan arınmalıyız. İçimizde var olan kötü duygulardan, zararlı alışkanlıklarımızdan, bencilliklerimizden kurtulmadan toplum içerisinde sosyal bir rol oynamaya hak kazanamayız. Kötü yanlarımızı tırpanlamak yetmez. Bunları, tarladaki çapa gibi, su gibi bilgiyle, kültürle beslemeliyiz.

Çevremizi, ülkemizi sevmenin, mücadele etmenin yolu, iyi insan olmaktır. İyi insan kendini yetiştirmiş, ehil olduğu işte çalışma bilincine sahip insandır. Sevdiğimiz ve bildiğimiz işi, dürüst ve azimle yapıyorsak, ancak o zaman gerçek anlamda ülkesini sevenler olabiliriz. Başkalarını eleştirip, kendi görevlerini eksik yapanlar, bilinçli sorumluluklar üstlenemezler.

Yükümlülüklerimizin ve haklarımızın belirleyicisi: Olumlu ve olumsuz duygular arasında yaptığımız tercihlerdir. Davranışlarımız üzerinde aile, çevre ve kültürlerin etkisi göz ardı edilemez. Ahlaki standartlarımız, kurallara itaat edilen sorumluluklar edinmenin bilincini oluşturur.

Otomatik korkularından kurtulmuş, önsezilerini faydanın itaatine adamış, söz ve düşünceleriyle, etrafında saygınlığın doruğuna çıkabilmiş insanlar ancak bilinçli sorumluluklar üstlenebilirler.

0 Comments:

Post a Comment