Berlin Duvarı’nın 1989 yılında çöküşünün ardından, 1990’lı yıllardan itibaren hemen her alanda sıkça karşılaştığımız küreselleşme sözcüğü, günümüzde sadece ekonomik bir kavram olarak değil, içinde bulunduğumuz uluslararası sistemi tanımlamak için de kullanılmakta. Küreselleşme, ekonomiden siyasete, sosyal politikadan kültüre, hemen hemen yeryüzünün her alanındaki değişimi ifade ediyor. Bir anlamda “sihirli” bir sözcük... Ünlü sosyolog Peter Burger’ın deyimiyle, Alman kömür endüstrisindeki gerilemeden, Japon gençlerinin cinsel alışkanlıklarını açıklamaya kadar geniş bir alanda kullanılan bir “klişe”.
Burger’ın görüşlerine paralel bir biçimde adeta geçmiş ve geleceğin kapılarını açacak anahtar bir kavram olarak görülen küreselleşmeyi Bauman: “Parolaya dönüşmüş moda bir deyim” olarak değerlendirmiş. Kavram olarak “Küresel” (yani global) sözcüğünün kökeni, 400 yıl öncesine gitse bile, küreselleşme, oldukça yeni. İlk olarak 1960’larda ortaya çıkan küreselleşme kavramı, 1980’lerde sıkça kullanılmaya başlandı. 1990’lara gelindi, baktık ve gördük ki, bilim adamlarının önemini kabul ettiği anahtar bir sözcük haline gelmiş “Küreselleşme”.
Evet, globalleşme ya da küreselleşme, son yıllarda çok sık kullandığımız kavramlardan biri. Globalleşme, iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda bazı ortak değerlerin yerel ve milli sınırları aşarak, dünya çapında yayılmasını ifade ediyor. İktisadi alanda hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkelerde benimsenen iktisadi sistem ve buna bağlı olarak uygulanan iktisat politikaları, giderek benzerlik göstermekte. Bu arada, reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte dünyada liberal ekonomik düzen, yani serbest piyasa ekonomisi de giderek globalleşti. Tüm dünyada kamu ekonomisinin görev ve fonksiyonları yeniden tanımlanmaya çalışılmakta. Devletin sınırlanması ve küçültülmesi ve bu şekilde piyasa ekonomisine işlerlik kazandırılması görüşleri önem kazanıyor. Dünya ticareti giderek serbestleşmekte.
“Değişen Dünya”ya ilişkin görüşler ha bire değişirken, değişmeyen tek gerçek, sermayenin uluslararası bazdaki sömürü düzeni olarak kalması. Değişim adına politika yapanların çıkış noktaları, ne dünya nüfusunun yüzde 75’inin yoksul oluşu, ne de savaşların insanlık üzerinde bıraktığı korkunç sonuçlar. Bilim ve teknolojinin ise, gün geçtikçe büyük değişimlerle yeni mesafeler aldığı elbette bir gerçek.
Ancak, bu değişim, dünyada yoksulluğun asgari düzeye indirilmesi için midir, yoksa söz konusu teknolojik yenilenmenin savaş sanayiine angaje edilerek, sömürünün azami duruma yükseltilmesi için midir, bir türlü yanıtlanmıyor. Esasen, yanıt da aranmıyor. Bugün, dünyada devam etmekte olan savaş gerçeği, sanırım düşüncemi doğrulamakta...
Şu noktaya da işaret etme gereği var: Bir yanda dünyadaki sömürü ve baskı düzeni en acımasız bir şekilde devam ederken, diğer yandan da sermayenin meşruiyetine “ideologluk” yapan birçok yazar-çizerin “ideolojilerin yabancılaşması” iddiaları, günümüzde artık bir trent haline geldi. Bugün, ne yazık ki, sol cepheden ve sol kimlikten de birçok kişi, “değişim” tartışmasına taraf olurken; nasıl bir “değişim” sorusu hep yanıtsız bırakılmakta. Sonuçta bilinçli-bilinçsiz, en genelde “ideolojilerin yabancılaşması” tartışmalarına fetva verilmekte. Ve özetlemek gerekirse: kapitalizmin gelişmesiyle sermaye küreselleşmekte. İşte bu anlamdaki küreselleşme, televizyon ekranlarında, gazete manşetlerinde sıkça boy gösteren bir konuyu da beraberinde getiriyor: Maço erkekler, aşiret kültürü, kabadayılık...
Ekranlarda gözden kaçmayacak kadar çok abartılan “Deli Yürek” gibi, “Asmalı Konak” gibi, “Berivan” gibi, “Azad” gibi, “Kurtlar Vadisi” gibi diziler, acaba bize yansıtıldığı gibi gerçekten çok mu talep görmekte? Bu diziler hangi temeller üzerine oturtuluyor? Televizyona, televizyonculara ne olmuştur da aşireti keşfetmiştir?
Talep görme unsurundan başlayacak olursak, puşili yerli dizilerimiz, gerçekten “rayting” rekortmeni olmuştur. Uzmanlar eli silahlı, mert, namuslu, haksızların karşısında yer alan kabadayılarımızı ya da farklı alana taşınmış ağalarımızı nasıl açıklıyorlar, şimdiye kadar hiç okumadım, merak da ediyorum ya, neyse!.. Esasında beni ilgilendiren özde bunlar değil. medya maçoluğa neden destek veriyor, ben bunu merak ediyorum. Bu diziler, televizyon kanallarının sermayesine ne çeşit bir rant getiriyor, merak ediyorum. Kabadayılığın toplumsal normları tehdit edici olması gibi ürkütücü bir yanı varken, medya toplumsal normları yıkmak mı istiyor? Bu, devlete karşı çıkış mı, yoksa rant kavgası mı, merak ediyorum.

Sayıca az da olsa tepkileri not etmişim. RTÜK’ün, “178 alo rtük” hattına, bedensel şiddet için 256, sözel şiddet için 143 olmak üzere, toplam 399 başvuru gelmiş. Yani izleyici pek de tepkisiz değil. Bakın, konu başlıkları aynen şöyle: “Dizilerdeki mafya ve çete gibi kanun dışı ilişkiler birer güç belirtisi gibi gösterilip, özellikle çocuk ve gençlerimiz üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır.” “Televizyonlardaki haber bültenlerinde şiddetle ilgili konular çok sık ekranlara gelmektedir.” “Dizi ve filmlerde şiddet unsuru aşırı kullanılmaktadır.” “Televizyon kuruluşları programlarındaki şiddet öğesine karşı önlem almalıdır.” “Medyada yer alan şiddet görüntüleri, toplumsal barışın tehlikeye düşmesine neden olabilir.” “Televizyonlardaki film ve dizilerde kabadayılık gibi kanun dışı güç odaklarının haksız kazançlarla ilgili özendirici olabileceği unutulmamalıdır.” “Çoğu dizi ve filmde hukuk yerine mafyanın üstünlüğü anlatılmaktadır.”
Bu başlıklara bakıldığında, bana sorarsanız, akılda tutulması gereken iki nokta var: Haksız kazanç ve hukuk yerine mafyanın üstünlüğü! Eğer televizyon dizilerinin bu ölçüde bir ahlak yıkımı aracı olduklarını düşünüyorsak, sistematik davranıp, bu türlerin ortaya çıkışına olanak veren, onları ortaya atan ya da kanalında gösteren iktidar sahiplerine bakmamız gerekiyor. Sosyolojik ya da psikolojik etmenli bir çok bozukluk doğması, toplumsal varlıklar olan biz insan doğasına hiç de aykırı değil. Olabilir ve düzeltilmesine çalışabiliriz. Ancak asıl buz dağının ardındaki sorun, medya örgütlerinin başında bulunan insanların, neden bu türe bu kadar yatırım yaptıkları. Bir ayağı “rayting” desek bile, bence bu çok kısır bir neden.
İnsanın aklına kabadayılık ile hukuk karşıtlığı ya da toplumsal normlarda çöküntü gibi korkutucu gelişmeler geliyorsa, bu “örgütlü suç, medyanın parçası mı” sorusunu da çağrıştırmakta. Bugün, işadamı görüntüsü altında “baba” denilen çağdaş kabadayılar, kamuoyunu baskı altında tutabilmek adına, medya ile yakın temas içinde. Çünkü, güçlü olmak için bellerine sadece silahlarını takmaları artık yetmemekte. Kullandıkları araçlar, günümüzde artık farklılaştı.
Şimdi sorarım size: “Paparazzi” olarak tanımlananlar, neden herkesin özel hayatını bıkkınlık getirecek derecede irdeler de, gerçek kabadayıların yaşamlarına hiç mi hiç dokunmaz? Ben şahsen, güzel mankenler hakkında öğrendiğim tüm gereksiz ayrıntıların yanı sıra, yer altı dünyamızın saygın mı saygın kabadayılarının yaşamları hakkında da bilgi sahibi olmak istiyorum. Çok merak ediyorum ve magazin gazetecilerine, beni bu haktan mahrum bırakmamaları için yalvarıyorum. Şu ana dek hangisinin adını, örneğin “takıcı, bu akşam şurada bakıcı ile yemekteydi...” diye basit bir olayda duydunuz? Duyamazsınız. Dikkat buyurun, bu elekten geçirilmişlik, saman altı bir birlikteliğe gidiyor. Son sözüm şu: Sonuçta her alan, ama her alan sermayenin koruması altında. Yazık, ama gerçek bu...

0 Comments:

Post a Comment