Gazete okumaya ilk başladığım yıllarda günümüzün yazılı medyasına matbuat denirdi.

Sabahları seyyar gazete satıcılarının sesleri mahallemizin mahmurluğunu dağıtırdı.

Kapılara bırakılan gazeteler ise yeni çekilmiş kahve gibi matbaa kokardı.

Belki bu koku yüzünden gazete okumak tiryakilik yapardı okurlarda.

O günlerde gazeteye göz atılmaz, gazete kıraat edilirdi.

Lise yıllarında benim de bir gazetecilik serüvenim olmuştu.

Ankara’da 1957 yılının bahar aylarıydı.

Gazi Lisesi'nde dersler her bahar olduğu gibi gevşemeye başlamıştı.

Bir gün sınıfta yasak olmasına rağmen bir gazete elden ele dolaşıyordu. Ankara’da basılan bir akşam gazetesiydi bu. Akşam gazeteleri öğleden sonra iki bin, üç bin adet basılırdı. Rüzgârlı Sokak'ta matbaa önlerinde bekleşen satıcı çocuklar gazeteleri paylaşır, koşarak caddelere çıkarırlardı. Dumanı üstünde gazeteler on kuruşa satılır, bazen de hiç satılmazdı.

Sınıfta dolaşan o akşam gazetesi de satabilmek için iri bir manşet atmıştı:

‘Zeki Müren Çocuk Düşürdü’.

Haberin devamı arka sayfaların görünmez bir yerindeydi.

‘Şarkıcı Zeki Müren filminin galası için trenle geldiği Ankara Garı'nda küçük bir çocuğa çarpıp düşürdü. Çocuğun hayati durumunun iyi olduğu öğrenildi.’

O ilkbahar günü bizim sınıftaki şamata görülecek şeydi.

Aynı gazete de bir haber daha vardı:

'Ankara’da liseler arası tahrir yarışması düzenlendi’

‘Tahrir’, yazılı kompozisyon demekti.

Akşam gazetesinin adı, yanılmıyorsam ‘Son Haber’ idi. Liseler arası yarışmayı da aynı gazete düzenliyordu.

O yıllarda Ankara’da üç tane erkek lisesi vardı. Bunlar: Gazi, Atatürk ve Kurtuluş liseleri idi.

Bir de ‘Maarif Koleji’ vardı lise olarak. Ama yabancı dilde eğitim veren bu okul nedense düz liselerin liginde oynamazdı.

Gazi Lisesi eski Ankara’nın Hergele Meydanı semtindeydi.

Hergele’nin lügat karşılığı başıboş binek hayvanı idi. Vaktiyle Ankara’ya gelenler atlarını Hergele Meydanı'na bıraktıktan sonra çarşılara girerlermiş.

Coğrafya hocamız Deli Adile Hanım: 'Hergele meydanına bağlısınız. Akıllı olun ha!' derdi sınıfa kızdıkça.

İşte bu Deli Adile Hanım, Hergele Meydanı'ndaki bir kahvede arkadaşlarla tavla atarken yakalamıştı beni. Kahvelere bahar baskını tertip etmekte liseler arası namı vardı Deli Adile Hanım'ın. Ben bir kere elimde zarla yakalandım ya, ‘Coğrafyacı Batlamyus’ bile olsam lise coğrafyasından o yıl gümlerdim.

O zamanların genç futbolcusu Çağlayan bizim sınıftaydı. Ve Ankaragücü’nde aslanlar gibi oynuyordu.

İşte o Çağlayan da Karpiç Lokantası'nın bahçesinde fıçı birası içerken yakalanmıştı Deli Adile Hanım'a.

Ama onun talihi yaver gitti.

Koyu bir Galatasaraylı olan Deli Adile Hanım, o hafta 19 Mayıs Stadı'nda Fenerbahçe’ye gol atan Çağlaya’nın bira içerken yakaladığı öğrencisi olduğunu öğrenince deli değneğini saklamıştı. Çağlayan kazasız belasız çıktı işin içinden.

Ben de bir şeyler yapmalıydım. Ama 19 Mayıs Stadı'nda bana top bile toplatmazlardı.

Yine de umutlanıyor, ‘Altı üstü ülkeler coğrafyası’ diyordum. Yıldığın şeye bak! İnsan yumulur, satır satır ezberler be!’

Tavlada çok kötü ‘gele’ atmıştım.

Deli Adile Hanım öğrenciyi mimlemesin bir kere.

Bizden iki yıl önde VI Edebiyat sınıfında Tahir vardı. Koca herif coğrafya uğruna lise sonda bekliyordu. Uygunsuz bir fotoğraf çıkmıştı üstünden Deli Adile Hanım sigara araması yaparken.

Bittabi o yıl coğrafyadan çakmıştı Tahir.

O günlerde lise bitirmek günümüzde doktora yapmak gibi bir şeydi. Bu arada Tahir’in nişanlandığı, ama düğün için kız tarafının coğrafya sınavında ısrar ettiği rivayet ediliyordu.

Son sınavda Deli Adile Hanım: ’Kıtaların güney uçları neden sivridir?’ diye soruyor Tahir’e. Tahir, çaresizlik içinde: ’Yontma Taş Devrinde yontmuşlardır Hocam’ diyor.

Bu isabetli cevap Deli Adile Hanım’ı gülmekten kırıp geçiriyor. Sonunda, Tahir kapı gibi lise diplomasını alıp nişanlısının evine koşuyor.

Ben de ‘Son Haber’ gazetesinin açtığı tahrir yarışmasını gözüme kestirmiştim.

Okul defterlerinin dışında, sarı yapraklı kalın bir defterim daha vardı. O deftere günlük tefrika romanlar yazardım. Defter sınıfta elden ele dolaşarak okunur, hırpalanmış olarak geri gelirdi.

O yıllarda Ankara’nın Altındağ semtinde, bahçe içinde bir evde oturuyorduk.

Altındağ semti o yıl ‘İlçe’ yapılmıştı. Kaymakamlık olarak eski küskün bir binaya kırmızı hükümet tabelası asılmıştı. İki katlı bina dökülüyordu, ama Devlet Malzeme Ofisi’nin kaymakamlığa tahsis ettiği Remington marka yazı makineleri pırıl pırıldı.

O yazı makinelerinin sesini duyan sevdalısı olur bir ömür boyu. Okulda duvar gazetesi hazırlarken Remington kullanmayı öğrenmiştim.

Bir Remington’un başına geçmek için kaymakamlık makamına çıktım. Kaymakam yaşlı, bezgin bir adamdı. Ihlamur içiyordu odasına girdiğim zaman. Durumumu arz ettim. Kaymakam Bey, güzel bir İstanbul Türkçesi ile:

‘Geçiniz efendim, boş bir masada tahririnizi yazınız’ dedi.

Sonunda Remington’un başına geçmiştim.

Her şey üzerine yazı yazılır. Ama bir yazının nasıl yazıldığını yazmak, konuşmak boş gayrettir.

Oscar Wilde, 'Sanat yeteneksizler için kutsaldır' der.

Sonuç olarak yazdım, bitirdim.

İki daktilo sayfası yazıyı ‘Son Haber’ gazetesine elimle götürüp verdim. Bir süre sonra da yazdığımı çizdiğimi unuttum gitti.

Bir ay kadar sonra, coğrafya dersinin akıbeti burnumu iyice sızlattığı günlerden birinde bizim mahalleden gazete satan bir çocuk müjdeyi getirdi. ‘Son Haber’ gazetesi manşetten veriyordu haberi. Liseler arası tahrir yarışmasında birinci olmuştum.

Mahalle arkadaşım, beni tanıdığını söylemiş yazı işlerine. Onlar da fotoğraf için arkadaşını matbaaya getir demişler. İnanamıyorum bir türlü. Neyse, manşet olduğum ‘Son Haber’ gazetesini satarak Rüzgârlı Sokağa vardık. Ama gazetenin yazı işleri müdürü Hikmet Saim, bir son durum haberi için Demokrat Parti merkezine gitmiş. Ne yapalım bekleriz.

Rüzgarlı Sokaktaki matbaa ‘Son Haberi’ bastıktan sonra yine bir akşam gazetesi olan ’Son Posta’ gazetesini de basıyormuş.

Satıcı çocuklar ‘Son Posta’ gazetesini yirmi beşerden paylaşırken ak saçlı, papyon kravatlı bir adam yanında iri bir çocukla birlikte bize doğru geldi:

‘Nasıl gidiyor Son Posta?’ diye sordu.

Yanılmıyorsam Son Posta’nın logosu açık mavi renkteydi. Gazetenin sahibi de o güzel giyimli papyon kravatlı zattı. Yani hep Son Posta gazetesi ile anılan Cemil Sait Barlas. Cemil Sait Bey'in yanında duran iri çocuk ise bu günkü Mehmet Barlas idi.

Mahalle arkadaşım o sırada yirmi beş adet Son Posta gazetesini koltuk altına kıstırmıştı. Cemil Sait Bey, bana ‘Sen satmayacak mısın delikanlı?’ dedi. Ben kasılmış kalmıştım. Mahalle arkadaşımla bakıştık. Arkadaşım kendine ayırdığı gazeteleri bana devredip, yirmi beşerlik bir deste daha aldı.

Önce arkadaşım, sonra ben ‘Son Posta Yazıyor diye seslenerek Ulus Meydanı'na doğru koşturmaya başladık.

‘Son Posta! Yazıyor!’ diye seslenirken İçimden ‘Deli Adile Hanım gelsin de beni gazete satarken yakalasın!’ diyordum.

0 Comments:

Post a Comment